30 Mart 2025 13:40

Üretimden mi yoksa tüketimden gelen güç mü değerli?

Sömürüsüz bir Türkiye için, işçi sınıfının merkezi demokrasisi ve üretimden gelen gücünü mücadeleye taşıması olmazsa olmazdır.

Üretimden mi yoksa tüketimden gelen güç mü değerli?

Fotoğraf: Evrensel

Savaş Karabulut*


Üretim, ihtiyacı hasıl olunan ürünün tüketim maddesi olarak imal edilmesi için girişilen eylemi ifade etmektedir. Sebebi üretim, sonucu ise tüketim olan bu ilişkinin sebep-sonuç bağlamında “ihtiyaçlar hiyerarşisiyle” belirlenmesi ise tesadüfi değildir. Son 400 yıllık süreçte mikro-ekonomi ile açıklanan adına piyasa denen ve bu sebep sonuç ilişkisini arz-talep kanunlarına indirgeyerek ilk olarak açıklayan Adam Smith, David Ricardo gibi bu kanunların yaratıcıları ise üretim-tüketim ilişkisini arz ve talep kanunlarıyla açıklamaktadır. Piyasada bir ürünün fiyatının oluşmasında temel faktörün bu kanunla açıklanacağını savunurlar. Sanayileşme ile birlikte ortaya atılan bu kanun ise yeni bir sınıfın, burjuvazinin ortaya çıkmasını doğurmuş, eskinin derebeyini yani toprak ağasını, günümüzün yine en güçlüsü ve her şeyin tek sahibi olanına dönüştürmüştür. Bu durum toplumsal yaşam içinde güçlü olanın yani yine egemen olan bir avuç zümrenin, benzer ekonomik güce sahip olmayan çoğunluğa, o değeri üretene hükmetmesine ve emek vererek üreten köylünün ise “işçi sınıfı” olarak oluşmasına neden olmuştur. Yani bu piyasada köylü kırsal alandaki gibi  toprak ağasına değil, kentte ve yine onu yöneten patronuna emeğini satan kişiye dönüştürülmüştür. Çünkü artık o tek kişi için kırdaki üretimin getirisi ile kentteki fabrikalarda üretimin kazandırdığı artı değer, yani kâr arasında büyük farklar oluşmuştur. 17. yüzyıl sonrası dönem yani yaklaşık insanlık tarihinin son 400 yılı bu dönemi kapsamaktadır. Bu sınıfa sahip görece güçlü ülkeler için önce içerde, sonra dünya savaşlarıyla kendi topraklarının dışında hem yeraltı kaynaklarını hem de daha ucuz emek gücüne sahip olarak işgal ettiği toprakları kullanma ve beraberinde ürettiklerini tükettirecek yeni pazarlar yaratmasıyla yeni bir dönemde başlamıştır. 1950’li yılların ortalarından sonra finansal yöntemler değişmiş (kredi kartları, tahvil, borsa, bono vb.) yani ayakta kalmak için üretim-tüketim ya da arz-talep ilişkileri yeni bir boyuta evrilmiş ve birtakım “değerli” metalara indirgenerek sermayenin dönüşümü için yeni bir silah yaratılmıştır. İşte tarihe damga vuran bu sebep-sonuç ilişkisin de güce sahip olmanın üretimden m yoksa tüketimden mi geldiği, yani sebebin mi yoksa sonucunun mu önemli olduğu bu anlamıyla, üretenin güce sahip olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu ilişkide üretenin belirleyicisi olduğu, tüketicinin ise sonucuna katlanan anlamı taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Gücü elinde bulunduranın üreten olduğunu ve bu gücü elinde bulunduran sınıfın tarih sayfasında belirleyici olacağını da göstermektedir. 400 yıllık son insanlık tarihinde ise bu sistem kapitalizm olarak adlandırılmış ve üretim için gereken üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduranın o gücü sahip olanı tanımladığını göstermiştir. Bu gücün genel olarak tek bir kişiye ait olduğu, onun da patron olarak adlandırılığı da günümüz koşullarında üreterek çalışan bizler için anlaşılması gayet kolay olduğu söylenebilir. Oysa üretim araçlarının sahibinin emek verip ürünü ortaya çıkaran, ürettiği değerlerin arz-talep piyasasında belirlenmesiyle emeğinin karşılığını alamayan, belirlenen fiyata göre kendi emeğiyle ürettiği ürünü bile tüketemeyenler olarak; üretimden mi yoksa tüketimden mi gelen gücümüzü kullanmanın daha önemli olduğunu konuşmanın önemli olduğu kanısındayım. Çünkü kapitalizm yerine, sınıfsız bir toplumun, yani herkesin üreten olduğu ve üretim araçlarının sahibinin herkes olduğu bir yaşamın mümkün olduğu halde konuşulmasının bile istenmediği bir durumun yaratılmak istendiğini görünce bu yazının günümüz koşulları için gerekli olacağını düşünüyorum.

19 Mart’ı önemli kılan sadece İmamoğlu mu?

19 Mart 2025 günü, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün 30 yıl önce kazanılmış bir hakkı tanımadan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını “siyasi karar vericilerin talebiyle” iptal etmesi ve ardından milyonlarca oy alarak Büyükşehir’in seçilmiş başkanının gözaltına alınıp tutuklanması sonucuna giden süreç için, “köprüden önce son çıkış mı?​” diye düşündürdüğü günlerden geçiyoruz. Diploması iptal edilecek endişesi taşıyan İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin sadece önüne kurulan seti/engeli değil, milyonların ruhuna karabasan gibi çökmüş korku atmosferini de yıkan çıkışıyla, konunun salt diploma iptal etmenin ötesine geçerek, bu gidişata hesap soran bir tavra bürünmesine dönüştü. Ülkenin bu son çıkış telaşı ise milyonların aniden gelişen refleksiyle belki de sosyolojik olarak önceden okunamayan ve beklenmeyen bir tepkinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu çıkış noktası memleketin dört bir yanında büyük karşılık buldu ve siyasi atmosferde bu tepkiyi göğüsleyecek aktörlerin sahneye çıkmasına neden oldu.

Yani sebebi yaratacak olan siyasetin belirleyici olmadığı, aksine gelişen tepki nedeniyle siyasi merkezlerin tabandan gelen basınçla kendini var etmesine neden olan bir sürece evrildi. Burada özellikle belirtmek gerekirse, sürecin tam tersi yönden işlemesi gerekirdi.  Gelen tepkiyi göğüsleme merkezi ise özellikle Saraçhane’yi sahiplenen bir noktaya ve CHP’nin kendine biçtiği merkezi irade rolüyle vücud buldu. Yedi gün boyunca da giderek büyüyen bir kitlenin binlerden, milyona ulaşan bir çığlığını bu alanda ve ülkenin diğer satıhlarında çoğalmasına neden oldu. Süreç bir şekilde iyi yönetildi ancak sonrası için yukarıda ifade ettiğim, üretim-tüketim ya da arz-talep gibi sebep sonuç ilişkisinin “tüketimden gelen güce” dem vurarak söylemiyle devamının pekte sonucu o büyük çoğunluk olan emek verenler için değişmeyeceğinin de düşünülmesine yol açtı. CHP’sinin Avrupa sosyal demokrasindeki gibi “tüketimden gelen gücü” kontrol eksinene kaydırdığı bir politik hattın inşasının, neden “üretimden gelen güce” bir çağrıya dönüşmediğini de sormanın bu anlamıyla elzem olduğunu ya da “üretim ve tüketimden gelen güçleri birleşmeyi bile hedeflemediğinin” nedeninin sorulmasının peşin olarak sorgulanması gerektirdiğini de düşünüyorum. Bilindiği üzere sosyal demokrasi, yukarıda özetle ifade ettiğim kapitalist üretim ilişkisini sonlandırmak yerine, yapacağı küçük reformlarla “görece düzelterek” bir yanıyla üreteni de terbiye ederek, sonuç olarak emek verip üretenler açısından eşit olamayacak bir yaşamın oluşmayacağı bir yaşam şekline odaklanır. Zaten fabrikada ürettiğine bile sahip olabilecek geliri elde edemeyen bir işçi sınıfına, tüketimden gelen gücü kullandırılamaz ki. Araba üretiyorsun ama satın alamıyorsun, ya da bir beyaz eşya üretiyorsun ama bir aylık maaşınla değil ancak kredi kartına taksit yaparak birkaç maaşla “tüketim özgürlüğü hakkı ya da tüketmeme hakkı”, işte o terbiye edilerek tanınmış oluyorsa, sosyal demokrasi de tüketimden gelen güce karşılık gelenin ise “terbiye edilerek” yapıldığına açık bir şekilde işaret etmektedir. Yani tüketemediğin birşeyi nasıl boykot edersin, sorusunu da beraberinde sormakta gerektiği ve televizyon alamıyorsan izleyememe hakkının olmayacağı, kira, faturalar ve çocukların eğitim, sağlık, ulaşım vb ihtiyaçları varken kahve satan bir işletmeden satın alıp tüketmenin lüks olacağı bir gerçeklik karşındayken, tüketme hakkının bile olmadığı bir alanda tüketimden gelen güç kullanılabilir mi? diye sorgulanmasını gerekliliği özellikle son 2 yıllık süreçte daha çok anlamlı olacağını düşünüyorum.

Sömürüsüz bir Türkiye için üretimden gelen gücün mücadeleye taşınması 

Yani tüketimden gelen güç sınıflı bir toplumun varlığını yine önceleyen ve koşulları iki adım ileri, bir adım geri ile başlayıp, 100 adım ileri bir adım geriye kadar giderek tüketimi bile kısıtlayan bir gelir düzeyine indirgendiği bir yaşam şeklinin yaşandığı günümüz Türkiye’sinde, biz emeğiyle geçinenlerin yaşamı için nefes aldıracak bir durum bile olmayacağını gösteriyor. Kapitalizmde üretim araçlarının sahibi bir kişi olmasını eleştiren Karl Marks’ın Komünist Manifesto’da bu çelişkiyi ortaya koyduğu ve daha sonra işçi sınıfının el kitabı olan eseri Kapital’de ders niteliğinde nedenlerini açıkladığı; burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çatışmanın nedenleri tamamen üretim ilişkilerinde üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıfın güçlü olacağını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Üretimden gelen gücü elinde bulunduranın üreten, ona hayat veren yani işçi sınıfının olduğu sınıfsız ve sömürüz bir yaşamda ise işçi sınıfın yani çoğunluğun iktidarının üretmek kadar tüketme özgürlüğünün de yine emek verene ait olduğu merkezi politik bir hattı işaret ettiği göstermiştir.

Yani bir fabrikada sendikalarda örgütlenmiş işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile halkın görece örgütsüz ve tüketimden gelen gücü iki farklı politik hatta karşılık gelmekte ve asıl önemli olanın sömürüyü tamamen ortadan kaldıracak yani kapitalist düzeni yok edecek kalıcı çözümün neden CHP tarafından hedeflenmediğini ya da reformist bir hareket olarak en azından üretim ve tüketimden gelen gücün birlikte kullanımı söylemi ile işçi sınıfının da sendikalarda örgütlü olan azınlığına bile çağrıya dönüşmemesinin nedenlerinin beraberinde sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.Esping-Andersen, Gøsta'nın ilk olarak 1985 yılında yayınlanan “Politics against Markets : The Social Democratic Road to Power” konu başlıklı yayınında “Sosyal demokrasinin iktidara giden yolunu: Piyasalara karşı Siyaset” ile tanımladığı sürecin emeğin tüketim özgürlüğü için kurtuluş olmadığını söylemenin aradan geçen 40 yıl için (400 sene de aynı şekilde geçmiştir) emek verenler için çözüm olmadığı da tam da bu noktada işaret edilmelidir .

Özgür Özel’in tüketimden gelen güç vurgusu ile belirli kapitalist işletmelere “boykot” çağrısı yapması yanında, kalan diğer kapitalist güçlerin tamamının sanki emeği sömürmediği ve neden onlar içinde benzer boykot çağrısıyla tüketimden gelen gücün kullanmadığının da beraberinde düşünülmediğinin ve sorgulanması gerekmektedir. “Tüm bu beyin fırtınasının günümüz koşullarında gerekli olmadığını ve aslolanın önce koşulları değiştirmek olduğunu söyleyenleri” bu yazıyı okuyanlarda şimdiden mırıldanmaları veya karşı çıkışları da duyar gibiyim. Ortak veya birleşik mücadele çizgisi bu aşamada elzemdir. Evet, ancak doğrudan bu sürecin öznesi olacak sürecin bir paydaşı olmak, emek sömürüsünün sadece şeklini değiştirecek ve işçi sınıfının merkezi demokrasisini kurmada kalıcı bir sonucu onun lehine kesin olarak üretmeyecektir. Ancak o koşulların hiçbir zaman emek veren için değişmeyeceğini aradan geçen 400 yıl sürecince de insanlık tarihinde öğrettiğini ve koşulların üretenler için giderek ağırlaştığını” karşıt olarak söylemekte bize “işçi sınıfına” düştüğünü söylemeden de edemeyeceğiz.

Son tahlilde; Yukarıda ifade edilen tüm bu nedenlerle tüketimden gelen gücün değil, üretimden gelen gücün kullanılması gerekmektedir. Bu gücün sahibini değiştirmedikçe zaten tüketemeyen çoğunluğun söz sahibi olamayacağı bir karşı duruşun sadece anlık bir dönüşümle yeni bir kötü başlangıç için hayat bulacağını ve otokrasi yerine demokrasi, hukuk, eşitliğe geçici olarak getirilecek düzenlemeler ile az da olsa nefes alınabilecek bir ortam oluşabileceğini gösterecektir. Nihayetinde emek verenler için yine çarkların geriye saracağı bir durum oluşmaması için sosyal demokrasinin doğrudan tüketimden gelen gücü reddetmeyeceği veya üretim ilişkilerinin mülkiyetine dem vurarak hareket etmeyeceğini bilerek en azından üretimden gelen gücü de yani işçi sınıfının gücünü de işaret ederek, liberal demokrasisi için mücadele halkasının çapını büyütmesinin “nefes almayı kolaylaştıracak koşulların” gelişimi için hayati olduğunu düşünmesinin vaktinin geldiğini düşünmelidir

*GTÜ Öğretim Üyesi/Siyaset Bilimci

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Maske düştü

Maske düştü

Sakalı maske sanılan genç tutuklanmak istendi; gerçek anlaşılınca salınmak yerine ‘polisi itelemekten’ tutuklandı. Ceza alsalar dahi yatarı olmayan ‘gösteri yasasına muhalefet’ten yargılanan yüzlerce kişi ‘terörle’ ilişkilendirilerek cezaevine konuldu. Somut delil bulunmadığı için İmamoğlu davasında 8 kişiyi serbest bırakan hakim sürgün edildi. İlle de ceza isteyen bir ‘yargı mekaniği’ deşifre oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
30 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et